Ne zamandır anlatamadım Endülüs’ün tadını. Adı çoktan mazi oldu Endülüs’ün İstanbul karmaşasında ama tatları geliyor ara ara, damak kapımı çalıp kaçıyor. İspanya deyince aklınıza gelen bütün bilindik görüntüler, sesler, kokular ve renkler Endülüs’e aitmiş aslında. Asıl hikaye orda başlarmış.
Zil, şal ve gül güneyinmiş, güney insanını süslermiş gani gani. Gidip bahçelerinde arayıp bulamadığımız güller kadınların saçını, çok duyup da deneyince acı bulup içemediğimiz şaraplar bütün masaları donatırmış zamanı gelince.
Çiçekler Cordoba’nın tacıymış, beyaz duvarda, esmer tende rengarenk yakarmış gözleri. Ama iki renk varmış ki her yerde ışıl ışılmış. Kan ve altın.
Kan rengi aşkı anlatırmış gerçekten, Sevilla’da Carmen’in teninde.
Ama nefreti de boyarmış bağıra çağıra, boğalar bir bir yiterken.
Ama asıl, ağzı tatlandırırmış her yemeğe girerek. Domates doğduğu toprakları çoktan unutmuş Endülüs’te yepyeni bir yuva kurmuş. Sarımsakla dost, biberle aşık, patlıcanla ve kabakla komşu. Her yere sıkıştıra sıkıştıra sokarmış tombul bedenini.
Altına gelince… tatların kokuların önünde eğildiği sultanmış o, yavaş yavaş süzülürmüş damakta, gözde ve tende. Yeşilden doğar, sararır ve parlarmış gitgide hayat yolunda. Ad bulmuş Endülüs’te, cisim bulmuş, yer bulmuş. Zeytinyağında şahlanmış altın renk bir daha iflah olmamış.
İşte bu iki rengin birleşmesinden aşk doğmuş, aşk olmuş. İspanya’nın güneyinde bayram olmuş gözlerde, dillerde ve tenlerde.
Not: Endülüs’te kahvaltı demek bu iki renk demek, tostada denen kızarmış ekmeğe zeytinyağı ve domates sosu döküp, tuzlayıp yemek demek: